Uzak Evren, İstanbul’un merkezinde zamanın durduğu, karakterlerin eski zamanları ve uzak yerleri anlattığı, bir yaşlılar evinde geçen şefkat dolu bir rüya gibi. Mizrahi’nin dingin, kusursuz ve sabırlı kamerasının karşısında çocukluğun acı yüklü hikâyelerini dinleyebiliyoruz; hatta yaşlı Ermeni Selma, bir fısıltı gibi anlattığı hikâyesinin ortasında uyuyakalıyor ve uyandığında “Oluyor bana böyle” diyor. Artık gözleri görmeyen bir fotoğrafçı, kamerasının düğmeleriyle uğraşıyor ısrarla ve sonunda bize çeviriyor onu. Bir piyanist Mizrahi’ye kur yapıyor ve günler sonra evlenme teklif ediyor çekinerek. İki yaşlı adam, asansörde bir yukarı çıkıyor bir aşağı iniyor; ailelerini birbirlerine anlatıyor ve diğer şeylerden söz ediyor. Yaşlılar evinin dışında ise büyük bir inşaat devam ediyor; oradaki işçiler gelecek planlarını anlatıyor.
Uzak Evren, içeriyle dışarının, geçmiş zamanla onu gerçek yapan anıların, teslimiyetle umudun arasındaki mesafede geziniyor. Filmin ritminin içinde bir yerlerde, yaşamla ölümün döngüsel dengesine rastlıyoruz ve bu şiirin tadını çıkarıyoruz.
Serra Civil