14 – 20 Eylül 2015 tarihleri arasında gerçekleştirilen Uluslararası Altın Koza Film Festivali, her yıl olduğu gibi seçkin filmlerinin Türkiye prömiyerlerine ev sahipliği yaptı. Dünyanın saygın festivallerinden çeşitli ödüller almış yapımlar, Türkiye’deki ilk gösterimlerini Altın Koza’da yaptı.
Sinemaseverlerle ilk kez Altın Koza’ da buluşan yapımlar:
İrlanda, İngiltere, Yunanistan, Fransa, Hollanda ortak yapımı, The Lobster. Yorgos Lanthimos’un yönettiği film, Cannes Film Festivali’nde Jüri Ödülü almıştı. Yunan sinemasına yıllardır aradığı taze kanı bağışlayan yönetmenlerin başında gelen Yorgos Lanthimos’un The Lobster 2015 Cannes Film Festivali’nin en çok konuşulan filmlerinden biriydi. Tuhaf distopyalar yaratarak baskı altındaki bireylerin davranışlarına odaklanan Lanthimos, “Köpek Dişi” kadar keskin, “Alpler” kadar yalçın olmayan, daha fazla mizah içeren “Istakoz” ile yine aile ve ilişki kavramlarını sorguluyor. “Salvador Dali’nin ünlü “ıstakoz telefon”una gönderme yaparak sürrealist tavrının altını çizen film, sıra dışı bir aşk öyküsü aracılığıyla toplumsal normları hicvediyor. Yalnız insanlara ‘çiftlerini’ bulmak için bir otelde 45 gün süre tanınan, başarısız olmaları halinde kendi seçtikleri bir hayvana dönüştürüldükleri bir distopya kuruyor Lanthimos. Bu toplum mühendisliğine karşı çıkanların ormanda saklanarak örgütledikleri direniş hareketi de kendi katı kurallarını (aşık olmak yasak) koymuş bir yapı… Otel sakinleri tarafından av partilerinde avlanan direnişçilerin gerilla usulü eylemlerle varlık gösterdiği bu distopya izleyiciyi şaşırtmayı başarabilen bir filme dönüşüyor.
Cannes Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü, Fipresci Ödülü ve François Chalais Ödülünü alan László Nemes imzalı Saul’un Oğlu (Son Of Saul), bu seçkinin heyecanla beklenen filmleri arasında yer alıyor. Saul’un Oğlu En İyi Yabancı Film dalında Macaristan’ın Oscar adayı. Film, izleyiciyi gaz odalarının ve toplu mezarların içine dek sokabilmenin görsel karşılığını bulmuş bir Holocaust filmi. Naziler tarafından soydaşları Yahudileri gaz odalarına sokmak, eşyalarını toplamak, cesetlerini fırınlara taşımak, yakmak ve dönüp gaz odalarını temizlemekle görevli Sonderkommando üyesi Saul’un yaşadığı travmaya odaklanıyor. Bir insanın katlanabileceği en ağır aşağılamaya uğramış Saul üzerinden insanlık onurunun çiğnendiği, salt kötülüğün yeryüzüne hakim olduğu bir dönemi yeniden beyazperdeye taşıyor Saul’un Oğlu. Yüzlerce ceset arasından bir çocuğun cesedinin kendi oğluna ait olduğunu iddia eden ve onu bir Rabbi bulup dinen caiz biçimde toprağa vermek için çırpınan Macar Yahudisi Saul’un yüzündeki donup kalmış dehşet ifadesine odaklanıyor genç yönetmen. Kalan her şey, savaşın sonu, Nazilerin telaşı, kamptakilerin kaçışı geri planda belli belirsiz flu imgeler halinde cereyan ederken Saul oğlunu gömmekten başka bir şey düşünemiyor. Son derece hassas bir konunun sinema diline tam hakimiyetle ele alındığı Saul’un Oğlu yeni bir ustanın sinemaya katıldığını kanıtlıyor.
Fransız yönetmen Stephane Brize’nin altıncı uzun metrajlı filmi İnsanın Değeri (The Measure Of A Man), Dardenne Biraderler’in filmlerinden aşina olduğumuz sosyal adalet teması üzerine yalın ve güçlü bir dram. Fransız sinemasının usta aktörlerinden Vincent
Lindon’a 2015 Cannes Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülü kazandıran karakter, zamanımızın hakiki bir kahramanı: Ailesinin geçimini sağlamak için elinden gelen her şeyi yapan bir işçi. 700 meslektaşıyla birlikte işten çıkarıldığından beri, tam bir yıldır, işsizlik yardımıyla bedensel engelli oğlu ve karısından oluşan küçük ailesini ayakta tutmaya çalışan Thierry. Orta yaşlı bu adamın yeniden mesleki eğitim alıp, internet üzerinden iş görüşmeleri yapıp, nihayet bir süpermarkette güvenlik görevlisi olarak işe başladığı dönemi anlatıyor İnsanın Değeri. Filme adını veren “piyasa kuralları”nın Thierry’nin ve dar gelirlilerin hayatında neden olduğu ahlaki kırılmalara odaklanan film sosyal adaletiyle tanınan Fransa’da dahi emekçilerin yaşama koşullarının ne denli zor olduğuna dikkat çekiyor.
İtalya, Fransa, İngiltere ve İsviçre ortak yapımı Gençlik (Youth), Paolo Sorrentino imzasını taşıyor. Film, İtalyan Ulusal Film Eleştirmenleri Sendikası En İyi Yönetmen, En İyi Görüntü Yönetmeni, En İyi Kurgu ödüllerini; Karlovy Vary Film Festivali’nde de İzleyici Ödülü’nü aldı. İtalo Svevo’nun Senilita / Yaşlılık adını taşıyan ama gençliği anlatan eşsiz romanının dolaylı bir esin kaynağı olduğu bu film Sorrentino’nun filmografisinde tematik bütünlüğünden kopmadan ne kadar tutarlı ilerlediğinin de göstergesi. İlerlemiş bir yaşta olmanın, olgunlaşmanın, durulmamın, bir ömürlük deneyimin ve birikimin ağırlığını taşımanın anlamını iki usta oyuncu, Michael Caine ve Harvey Keitel tarafından yorumlanan iki özgün karakter üzerinden anlatıyor. Aynı zamanda dünür olan iki eski dost, bir yönetmen ve bir besteci her yıl olduğu gibi bir İsviçre spa otelinde tatillerini geçirir. Ancak bu kez konuşup tartışacakları konular anılarından ve yeni projelerinden öteye geçer, oteldeki eksantrik tiplerden (fantastik bir serideki robot rolüyle üne kavuştuktan sonra Hitler rolüyle kendini kanıtlamaya çalışan aktör, Maradona’ya gönderme yapılan adam ve Kainat Güzel) başka kişilerle ilgilenmek zorunda kalırlar. Birbirleriyle evli olan çocuklarının ayrılığı onları üzer, sıradışı bir kuşak çatışması yaşarlar. Emekliye ayrılmış olan İngiliz besteci karısı için bestelediği Simple Songs / Basit Şarkılar‘ı Kraliçe için seslendirmeyi reddetmiştir ama Saray’dan sürekli baskı görmektedir. Oscarlı Amerikalı yönetmen ise filminin starı (Jane Fonde) işi bırakınca çok zor durumda kalır.
Berlin Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü alan Pablo Larraín’in yönetmenliğini üstlendiği Şili yapımı The Club, ilk kez Adana’da Türkiye seyircisiyle buluşacak önemli yapımlardan bir diğeri. Katolik din adamları görev yaptıkları ülkelerin kanunlarına değil Katolik Kilisesi’ne özgü dini hukuka tabidir. 2014 yılında Vatikan ilk kez istismar suçlarıyla rahiplikten çıkarılan binlerce üyesi olduğunu, ömürlerinin sonuna dek dua ederek nedamet getirme cezasına çarptırıldıklarını açıkladı. Birleşmiş Milletler’in bu tarihten önceki raporlarında Vatikan, pedofil rahipleri ülkeden ülkeye naklederek pozitif hukuktan kaçırmakla suçlanıyordu. 2015 Şubatında Şilili ünlü yönetmen Pablo Larrain’in Katolik Kilisesi’ne ait bir ‘ceza – evi’nde geçen, karakterleri pedofil rahipler olan filmi The Club Katolik Kilisesi’ne çok sert ve alaycı bir eleştiri getiriyor. Ücra bir kıyı kasabasında bulunan evde başlarında bir rahibeyle sürgün hayatı yaşayan, yasak olduğu halde baktıkları bir köpekle yarışlara katılıp bahis oynayan, dışarıyla iletişim kurmaları yasaklanmış olan ‘mahkumlar’ın huzuru bir kurbanın çıkagelmesi ve evlerinin önünde uğradığı istismarı en ince ayrıntılarına kadar bağıra çağıra açıklamasıyla kaçıyor…
Cannes Film Festivali’nde Ekümenik Jüri Ödülünü alan; En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dallarında David Di Donatello Ödülleri’ne layık görülen ve İtalyan Ulusal Film Eleştirmenleri Sendikası En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alan Nanni Moretti imzalı Annem (My Mother), festival kapsamında izlenebilecek. Annem ile özüne döneren Italyan ‘maestro’ Nanni Moretti, bir kadın yönetmenin hasta annesiyle ilişkisini incelikli bir sinema diliyle anlatıyor. Mizahı ve hüznü buluşturan filmin başrolündeki Margherita Buy’ın yanısıra küçük bir rolle ünlü Amerikalı aktör John Torturro da var.
Giulio Ricciarelli’in yönettiği Almanya yapımı Yalan Labirenti (Labyrinth Of Lies), festivalde izlenebilecek bir diğer yapım. Film, Bavarya Film Ödülleri’nde En İyi Erkek Oyuncu; Les Arcs Avrupa Filmleri Festivali’nde İzleyici Ödülü ve Jüri Özel Mansiyonu aldı. Ayrıca Almanya’nın Yabancı Dilde Oscar Adayı oldu. 1963 – 65 yılları arasındaki Frankfurt Auschwitz davalarını konu alan “Yalan Labirenti” Alman tarihinin geniş kitleler tarafından yeterince bilinmeyen bir dönemini anlatıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında normalleşmeye çalışan, ekonomik kalkınmanın, ABD ile işbirliğinin tadını çıkarmaya çalışan Batı Almanya’da gündelik hayatlarına dönmüş, hatta devlet memuru olarak çalışmaya devam eden Nazilerin görmezlikten gelinmesine dur diyen savcıların çabası bu filme esin verdi. Gerçek hayatta üç savcıdan oluşan ekip filmde çok genç ve heyecanlı bir savcı ile temsil ediliyor. Soykırımdan sağ kurtulanların işkencecileri teşhis etmesine rağmen kimsenin şikayetlerini kayda geçirmediği bir ortamda Amerikan ordusunun arşivlerine girerek, toplama kamplarında bulunanların ifadelerini alarak arı kovanına çomak sokan genç savcının adalet arayışı ibret verici bir öyküye dönüşüyor.
Yönetmen Ivan Ostrochovsky imzalı Koza, Vilnius Film Festivali En İyi Film ve CICAE Sanat Sineması Ödülü; goEast Film Festivali En İyi Yönetmen ve Fipresci Ödülü; IndieLisboa Bağımsız Film Festivali Özel Mansiyon ödüllerine sahip bir film. 23 yaşındayken 1996 Atlanta Olimpiyatlarında Slovakya’yı temsil eden tüy siklet boksör Peter Balaz’ın yeniden ringe dönmesini konu alan “Koza” Berlin ve Karlovy Vary film festivallerinde beğeni toplayan bir doküdrama. Belgeselle kurmacanın birbirinin içine geçtiği bu filmde koza yani keçi lakaplı Balaz, kızarkadaşıyla bir aile kurup çocuk sahibi olabilmek için yeniden antrenmana başlıyor, şehirden şehire yolculuk edip maçlar yaparak eski formunu yakalamaya çalışıyor. Çarpıcı bir görselliğe sahip olan filmin fonunda ise yönetmen doğup büyüdüğü çevreyi, Balaz misali sporcuların yoksuluk içinde hayatta kalma çabasını ve profesyonel boks dünyasından bir kesiti izleyiciye sunuyor. Yönetmen bu proje sayesinde Balaz’a ekonomik açıdan destek olup hayatına yeni bir yön vermesine yardım etti.
Meksika sinemasının genç yönetmenlerinden Celso R. Garcia imzalı İnce Sarı Çizgi (The Thin Yellow Line), Guadalajara Film Festivali İzleyici Ödülü, Jüri Özel Ödülü, En İyi Senaryo ve Meksika Film Eleştirmenleri Ödülü sahibi. Ailesini kaybettikten sonra gece bekçisi olarak münzevi bir hayat süren Tono, eski patronuyla karşılaştıktan sonra karayolu işaretleme işine döner. Kurduğu ekiple yağmur mevsimi başlamadan 200 kilometrelik bir yolda filme adını veren sarı şeritleri boyamak zorundadır. Issız şehirlerarası yollarda, bir kamyonetle yol alan, otel parasını da kazançlarına eklemek için açıkhavada kamp yapan, her biri kişisel sorunlarla baş etmek zorunda olan beş erkek arasında çatışmalarla, tartışmalarla, şakalaşmalarla, güvenin sarsılması ve yeniden kazanılmasıyla bir dostluk gelişir. Baba sevgisi tatmamış en genç elemanla Tono arasında bir bağ kurulmaya başlar… Ancak bu duygusal yol filminde mizah kadar hüzün, hayatla ölüm arasında da ince sarı bir şerit var…
Tanınmış Japon yönetmen Kiyoşi Kurosawa’nın Cannes Film Festivali Belirli Bir Bakış Bölümü’nde Yönetmenlik Ödülü aldığı filmi Kıyıya Doğru (Journey to the Shore) Budizm ve Şinto inançlarında yeri bulunan, ölülerin bedene bürünerek geri dönmesi ve yakınlarını ziyaret etmesi, olgusunu dayanan duygusal bir film. Mizuki üç yıl önce kaybolan kocası Yusuke’nin aniden evde belirip denizde kaybolduğunu, cesedini yengeçler yediği için bulunamadığını bildirmesini kabullenir. Yusuke zahmetli dönüş yolculuğunda ona yardımcı olanlara teşekkür ziyareti yapmak için bir yolculuğa çıkmalarını ister. Birlikte Japon taşrasının doğal güzelliği içinde yollara düşerler. Kurosawa, Kazumi Yumoto’nun romanından uyarlanan filmde bir yandan Japon geleneklerinin diğer yandan iş odaklı modern hayat tarzının evli çiftler arasında ördüğü duvara değiniyor. Bu ‘son yolculuk’ sadece Yusuke’nin öte dünyaya geçişini sağlamakla kalmıyor Mizuki için de ruhsal bir niteliğe bürünüyor.
Severin Fiala ve Veronika Franz’ın yönettiği Avusturya yapımı Goodnight Mommy, Sitges Film Festivali’nde Gümüş Mèlies En İyi Uzun Film Ödülü ve Eleştirmenler Özel Mansiyonu; Buenos Aires Bağımsız Film Festivali’nde En İyi Görüntü Yönetmeni; Fantaspoa Fantastik Film Festivali’nde En İyi Senaryo; Gérardmer Film Festivali’nde SfyJuri Ödülü ve Gençlik Jürisi Büyük Ödülü; Ljubljana Film Festivali’nde Kingfisher Ödülü ve Selanik Film Festivali’nde Fipresci Ödülü almıştı. Doğanın kucağında, gözlerden ırak, fazlasıyla özenli döşenmiş bir ev… İkiz kardeşler gönüllerince koşturup oynar, sanki başı boş bırakılmışlardır. Annelerinin eve yüzü sargılar içinde dönmesi huzurlarını kaçırır. Acaba yüzünü göremedikleri bu kadın gerçekten anneleri midir? Sinirli ve gergin davranışları, katı kurallar koyması geçirdiği ameliyat nedeniyle midir yoksa çocuklar için bir tehdit mi oluşturmaktadır? İkizlerden birine yokmuş gibi davranması çocukları çok üzer… Baba nerededir, neden evde hiç fotoğrafı yoktur? Rahatsız edici ve tekinsiz öyküler üzerine kurulu yakın dönem Avusturya sinemasında özellikle çocuklar devreye girdiğinde izleyiciyi şoka uğratacak bir hikaye beklememek safdillik olur. Goodnight Mommy daha seçtiği mekandan ve oyunculardan başlayarak gerilim yaratan ve izleyiciye soğuk terler döktüreceğini haber veren bir film. İki yönetmeninden biri olan Veronika Franz, Ulrich Seidl ile birlikte birçok senaryoya imza atmış bir isim.
Cannes Film Festivali’nde Eleştirmenler Haftası Büyük Ödülü ve Fipresci Ödülü alan Santiago Mitre imzalı Paulina da, Altın Koza’ da izleyebileceğimiz yapımlardan biri. Memleketin uzak ve geri kalmış bölgesinde öğretmenlik yapmak ve bozuk sisteminde bir fark yaratmak için avukatlık mesleğini bırakan Paulina’nın idealleri onu nereye götürecek? Arjantinli genç yönetmen Santiago Mitre Paulina ile idealist genç bir kadının hikayesini perdeye taşıyor.
İngiltere ve Yeni Zelanda yapımı John Maclean imzalı Sakin Batı (Slow West) Sundance Film Festivali Jüri Büyük Ödülü sahibi. Ünlü oyuncu Michael Fassbender’in başrolde yer aldığı, iki genç oyuncu Kodi Smith-McPhee ve Caren Pistourus’un şahane performanslarıyla öne çıktığı Sakin Batı ‘vahşi batı’ mitini yeniden yorumluyor. ABD’nin kuruluş yıllarında romantize edilen kovboyların hikayesine farklı bir bakış.
Brillante Mendoza imzalı Filipinler yapımı Taklub, Cannes Film Festivali’nde Ekümenik Jüri Özel Mansiyonu almıştı. Taklub Filipinler sinemasının en önemli yönetmenlerinden Brillante Mendoza’nın ülkesini sarsan büyük tayfundan sonra insanların toparlanma ve yaşam mücadelesini anlatıyor.
Giffoni Film Festivali’nde Uluslararası Af Örgütü ödülünü alan Fatma (Fatima),Fas doğumlu bir annenin Fransa’da iki çocuğunu büyütme çabalarıyla mülteci sorununu gündeme getiriyor. Philippe Faucon’nun yönettiği film, kültürel çatışmalar, uyum sağlama çabaları ve yabancılaşma temalarını duygusal bir yaklaşımla bir araya getiriyor.
Kısa filmleriyle ünlenen Kolombiyalı yönetmen César Augusto Acevedo, ilk uzun metrajlı filmi Toprağın Gölgesinde (Land and Shade)’de, parçalanmış bir ailenin dramını anlatıyor. Yıllar önce terk ettiği ailesinin çiftliğine hasta oğlu için dönen bir adamın yaşadıklarını anlatan film, şahane görüntüleriyle de beğeni topladı. Film, Cannes Film Festivali France 4 Görsel Ödülü, Altın Kamera (En İyi İlk Film), Büyük Altın Ray SACD Ödülü sahibi.
Yönetmen Anna Muylaert imzalı Brezilya yapımı Annemle Geçen Yaz (The Second Mother), Sundance Film Festivali Oyunculuk Jüri Özel Mansiyonu; Berlin Film Festivali C.I.C.A.E Ödülü, Panorama İzleyici Ödülü; River Run Film Festivali En İyi Senaryo ödüllerine sahip. Bu yılın süprizlerinden sayılan film ailesine bakabilmek için büyük kente hizmetçilik yapmaya giden bir kadının mecburen geride bıraktığı kızının yanına gelişiyle karışan hayatına bakıyor.
Andrew Haigh’ın yönettiği İngiltere yapımı 45 Yıl (45 Years), Berlin Film Festivali En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Erkek Oyuncu; Edinburgh Film Festivali En İyi İngiliz Filmi, ve En İyi Kadın Oyuncu ödüllerine sahip. Sarsılmaz görünen bir evliliğin, yıllar önce ölen bir eski sevgilinin cesedinin yeni ortaya çıkışıyla girdiği girdabın anlatıldığı film, oyunculuk performansları, sakin ama akıcı üslubuyla göz dolduruyor.
Yönetmen Sergio Castro San Martín imzalı Çamurdan Kadın (The Mud Woman), son yılların yükselen yıldızı Şili sinemasından hem toplumsal eleştiri içeren hem tür sinemasıyla flört eden bir yapım. Mevsimlik işçilerin emeğinin nasıl sömürüldüğünü özellikle de kadın işçilerin emek sömürüsünün yanı sıra cinsel istismara uğramalarını mücadeleci kadın kahramanı üzerinden anlatıyor. Kızı kendini idare edebilecek yaşa gelince biraz para biriktirmek için on yıl ara verdiği bağbozumuna giden Maria’nın Üzüm toplamaya giden gerçek mevsimlik işçilerin de profesyonel oyuncuların yanı sıra rol aldığı, fazla diyaloğa yer verilmeyen, Kuzey Şili’nin doğa manzarası fonunda insan doğasının da ne kadar sert olabileceğini anlatan “Çamurdan Kadın” şiddet ögesini beklenmedik biçimde kullanarak gerilim yaratıyor.
Michael Almereyda imzalı ABD filmi Deney (The Experimenter), sosyal psikolog Stanley Milgram’ın insanların hangi koşullar altında ve neden emirlere itaat ettikleri üzerine araştırmasını temel alan biyografik bir film. Milgram’ın hayatını Yale Üniversitesi’nde yürüttüğü laboratuvar deneylerine odaklanarak ve çalışmalarının yanlış anlaşılmasından dolayı çektiği sıkıntıyı vurgulayarak anlatıyor. Görmedikleri bir odada bulunan deneğe elektrik verdiklerini sanan asıl denekler, odadaki adamın acı çektiğini söylemesine, durmalarını istemesine, hatta acıyla bağırmasına rağmen gözetmenin kibarca ve kendinden emin şekilde “Devam edin lütfen” demesi üzerine, kimse onları zorlamadığı halde elektrik vermeye devam eder. Sundance Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan filmde Milgram’ı Peter Sarsgaard, karısını ise Winona Ryder canlandırıyor.
Julie Delpy’nin son filmi Lolo, Venedik Film Festivali’ndeki gösteriminden sonra Adana’da. Günbatımından Önce filmindeki rolüyle dünya vizyonunda tanınan Fransız kadın oyuncu Julie Delpy’in ortak senarist, yönetmen ve başrol oyuncusu olarak imza attığı Lolo, oğluyla gittiği tatilde bir adama aşık olan ve sorunların içinde boğulan bir kadının yaşadıklarını akıllıca bir mizahla anlatan bir romantik komedi.
Hirokazu Koreeda imzalı Japonya yapımı Küçük Kız Kardeşimiz (Our Little Sister), bu yıl Cannes’da Altın Palmiye için yarıştı. Modern Japon toplumundaki aile manzaraları içinde çocukların varoluş çabalarına bakışıyla öne çıkan usta Japon yönetmen Hirokazu Koreeda, Küçük Kızkardeşimiz ile babalarının ölümünden sonra üvey kız kardeşleriyle bir araya gelen üç kız kardeşin buluşmasını yalın ve duygusal bir yaklaşımla anlatıyor.
Japonya’dan bir film de kadın yönetmen Naomi Kawase imzalı Umudun Tarifi (An). ‘Tatlı kırmızı fasulye ezmesi’ anlamına gelen ve Japonya’nın milli tatlılarından sayılan ‘an’, filmdeki yaşlı ahçı ve genç öğrencisi arasındaki bilge öğretilerine sembol oluyor.
Woody Allen’ın son filmi Mantıksız Adam (Irrational Man), Türkiye prömiyerini Adana’da yapacak diğer bir film olarak karşımıza çıkıyor. Üstad Woody Allen’ın kara mizah odağı bu kez varoluş bunalımındaki bir felsefe profesörü olunca kafalar güzelce karışıyor. “Mantıksız Adam”da güzel ve akıllı öğrenci (Emma Stone) veya çekici kadın meslektaşının (Parker Posey) derman olamadığı bu ebedi can sıkıntısını tanımadığı birisine ‘iyilik yaparak’ aşmaya kalkışan profesör rolünde şahane aktör Joaquin Phoenix var.
ALTIN KOZA, FRANCESCO ROSİ’Yİ ANDI
Politik sinemanın en güçlü yaratıcılarından Francesco Rosi, 22. Adana Altın Koza Film Festivali’nde “İktidar ve Ölüm” başlıklı toplu gösteriyle andı. Rosi, geçtiğimiz Ocak ayında hayatını kaybetmişti. Sinema dünyasında cine-inchieste / sine-soruşturma tarzıyla kendine özgü bir yer edinen Francesco Rosi, altı filminden oluşan, “İktidar ve Ölüm” başlıklı toplu gösterisiyle 22. Adana Altın Koza Film Festivali’nde anılacak. 10 Ocak’ta 92 yaşında kaybettiğimiz Rosi, İtalyan sinemasının efsanevi kuşağının en iyi temsilcilerinden biri olmanın yanı sıra dünya çapında izleyici kitlelerine ışık tutan araştırmacı tavrıyla da siyasi arenada saygın bir yer edinmişti. Ünlü akademisyen ve yazar Carlo Testa, Rosi sineması üzerine yaptığı derleme kitabın başlığını “Sivil Cesaretin Ozanı” koymuş ve bu başlık Rosi’nin lakabı haline gelmişti.
Festival programında Rosi’nin başyapıtları arasında sayılan ve hala güncelliklerini koruyan Salvatore Giuliano, Kentin Üzerindeki Eller (Le Mani sulla Citta), Mattei Olayı (Il Caso Mattei), Muhteşem Cesetler (Cadaveri Eccellenti), İsa Eboli’de Durdu (Cristo si e fermato a Eboli) ve Üç Kardeş (Tre Fratelli) gösterilecek. Rosi’nin “İktidar söylemi ölümün anlamını da kapsar” özdeyişinin görsel karşılığı olan bu filmlerin gösterimleri, İtalyan sinemasının önde gelen eleştirmenlerinden Umberto Rossi’nin sunumuyla yapıldı.
İktidar ve Ölüm
1962 Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı kazanan Salvatore Giuliano Francesco Rosi’yi uluslararası alanda üne kavuşturan filmidir. Filme adını veren, bir tür halk kahramanı olarak da kabul edilen Sicilyalı eşkıyanın hayatını ve şaibeli ölümünü konu alan bu yapıtında Rosi hem öykü anlatıcısı hem görsel sanatçı olarak ustalığını sergiler.
Rosi’ye Berlin’deki başarısının hemen ertesi yılında daha da büyük bir ödül, Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan kazandıran Kentin Üzerindeki Eller (Le Mani sulla Citta) hala politik açıdan güncelliğini koruyan hakiki bir klasik. Yerel yönetimlerin özellikle emlak piyasası üzerinden yozlaşmasını konu alan bu filmde Rosi, savaş ertesi Napoli kent merkezinde büyük bir binanın çökmesi skandalına odaklanır.
Francesco Rosi’nin 1972 yılında Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanan filmi Mattei Olayı (Il Caso Mattei), Rosi sinemasının temelini oluşturan politik yozlaşma üzerine çarpıcı bir yapıttır. Faşizme karşı mücadeleye katılmış, ardından doğal gaz ve petrol yatırımlarıyla ülkenin savaş ertesi ekonomisinin kalkınmasına katkıda bulunmuş Enrico Mattei’nin şaibeli ölümünü araştırır.
Francesco Rosi, Muhteşem Cesetler (Cadaveri Eccellenti)’de görünürde Sicilya’daki savcı ve yargıç cinayetlerini araştıran bir dedektifin gerçeği ortaya çıkarmaması için önüne konan engelleri ve Hristiyan Demokrat hükümetle Komünist Parti’nin perde arkasından kurduğu işbirliğini anlatır…
Francesco Rosi’nin Carlo Levi’nin aynı adlı öz yaşam öyküsel romanından uyarladığı İsa Eboli’de Durdu (Cristo si e fermato a Eboli), iki büyük ustanın çağlarına tanıklığıdır esas olarak. Torinolu doktor, ressam ve yazar Carlo Levi, 1935-36 yıllarında Mussollini’nin faşist rejimine karşıt görüşleri nedeniyle İtalya’nın Güneydoğu bölgesi Basilicata’ya sürgün edilmiştir. Savaş sırasında Floransa’da kaleme aldığı romanda bölgenin geri bırakılmışlığına dair anılarını ve gözlemlerini aktarır.
Rosi, 1982 Yabancı Dilde En İyi Film Oscar adayı olan filmi Üç Kardeş (Tre Fratelli)’yi Stalinizmi benimsemediği için eserleri ömrü boyunca yasaklanmış olan Rus yazar Andrei Platonov’un “Üçüncü Oğul” öyküsünden uyarladı. Ama bu öykü aracılığıyla İtalyan toplumundan / modern toplumlardan farklı kesitler sunmayı ve kuşaklararası ilişkilere politik bir çerçevede değinmeyi başardı. Güneydoğu İtalya’dan bir çiftçinin, karısının ölümünden sonra oğullarıyla bir araya gelmesini, her birinin kendince annesinin yasını tutmasını konu alır Üç Kardeş.
ADANA’DA DÜNYADAN BELGESELLER
Gösterildiği festivallerde büyük ses getirmiş pek çok belgeselin Türkiye ilk gösterimi Adana’da gerçekleştirildi.
Bu filmlerden ilki, Cannes Film Festivali’nin bu yılki kapanış filmi olan belgesel Buz ve Gökyüzü (Ice and the Sky). Film, İmparator’un Yolculuğu belgeseliyle Oscar alan yönetmen Luc Jacquet imzalı. Küresel ısınma hakkında korkutucu ama görüntüleriyle bir o kadar da göz alıcı belgesel Türkiye’de ilk kez Altın Koza’da gösterildi. Dünya meselelerine zihin açıcı yorumlar getiren bir başka belgesel de Amerikan Rüyasına Ağıt (Requiem for the American Dream). Çağımızın yaşayan en büyük entelektüelleri arasında sayılan Noam Chomksy ile dört yılda çekilmiş belgesel, ünlü düşünürün zenginler ve yoksullar arasındaki eşitsizliğe dair görüşlerine odaklanıyor. Gösterildiği festivallerin çoğundan izleyici ödülleriyle dönen O Nehri Geçme Sevgilim (My Love, Don’t Cross That River) Güney Kore’den 76 yıllık bir aşk hikayesini anlatıyor. Moyoung Jin’in yönettiği filme konu olan ve neredeyse tüm ömürlerini beraber geçirmiş olan çiftin kaçınılmaz sona doğru yaklaşmalarının öyküsü izleyenleri güldürdüğü kadar hüzünlendiriyor da. Belgeselin Güney Kore’de gişe rekorları kırdığını hatırlatmakta fayda var. Kore’den Arjantin’e, bir başka yaş alma hikayesine uzandığımızda, Askıda Duran Zaman (Suspended Time) karşımıza çıkıyor. Yönetmen Natalia Bruschtein’ın, kendi büyükannesinin bunama dönemini anlattığı film, yıllar boyunca ülkesinin tarihinden yaşananlar unutulmasın diye mücadele veren bir kadının kendi kişisel tarihini unutmaya başlamasının öyküsü. Müzik ve dansın hiç kesilmediği Büyükannem Bir Hip Hopçı (Hip Hop-eration) ise Yeni Zelanda’dan bambaşka bir ihtiyarlık hikayesi. Bryan Evan kamerasını en gençleri 93 yaşında olan hip hopçı bir arkadaş grubuna çeviriyor. Şili sinemasından bir örnek, Çay Saati (Tea Time), 60 yıldır her ay toplanmakta olan beş birbirinden farklı ama sarsılmaz dost kadının masalarına konuk ediyor izleyenleri. Yönetmen Maite Alberdi, tek bir mekanda çok şey anlattığı bu filmiyle dünya festivallerini dolaşmaya devam ediyor. Bir bol müzikli belgesel de, bu kez perdede görmeye pek alışık olmadığımız Grönland’den Sume-Devrimin Sesi (Sume-Sound of Revolution). Yönetmen Inuk Silis Høegh, Sume adlı müzik grubunun ülke tarihini nasıl değiştirdiğini anlatıyor. Yönetmeni Silvina Landsmann’ın da Adana’da bulunacağı Yardım Hattı (Hotline) Tel Aviv’de bulunan, göçmen ve mültecilere yardım edem bir sivil toplum kurumunda geçiyor. İsrail’in göçmenlik ve mültecilik politikalarına ışık tutan film Kudüs Film Festivali’nde En İyi İsrail Belgeseli seçildi.
Belgeseller: Şiddete Dair
Altın Koza’da bu yıl gözler belgeseller vasıtasıyla gözler dünyada olup biten şiddet olaylarına çevriliyor. Şili veya Endonezya’daki diktalar, Irak işgali, sömürgecilik günahları ve katliamları veya ABD sınırındaki milyar dolarlık uyuşturucu kartelilerinin şiddeti; bu filmler kurbanlar kadar katilleri de işaret ediyor, politik gevezelikle tarihsel gerçekleri karşılaştırıyor, ezberleri sorgulayarak kafa açıyor, tarihe not düşüyor.
Şili sinemasının en önemli ustalarından Patricio Guzman ünlü belgeseli Işığa Özlem’i tamamlayıcı nitelikteki Sedef Düğme (The Pearl Button) filmiyle yüz yıl aralıkla gerçekleşen iki ayrı katliamı bir sedef düğmeyle birbirbine bağlıyor. Geçtiğimiz yüzyılın başındaki sömürgecilerin katlettiği yerli halk ile 70’lerde Pinochet diktasının öldürdüğü ve aynı denize attığı kurbanların trajedisini kozmik bir bakışla aktarmış.
Kardeşinizin katiliyle gözgöze geldiğinizde ne yaparsınız? Bu yıla şimdiden damgasını vuran Sessizliğin Bakışı (The Look of Silence) yönetmen Joshua Oppenheimer’ın olay yaratan bir önceki Oscar adayı belgeseli “Öldürme Eylemi’nin tamamlayıcısı niteliğinde. 1965’deki askeri darbe sonrası Endonezya’da bir milyonu aşkın vatandaşı komünist oldukları iddiasıyla vahşice katleden aşırı sağcıların ve paramiliterlerin ceza almak bir yana yaptıklarını detaylıca anlattıklarını belgeleyen ilk filmden sonra yönetmen Oppenheimer bu kez hiç görmediği abisinin katillerini bulan adamın gerçeği arayışını izliyor.
Rafid Ahmed Alwan al-Janabi, 1999’da Irak’tan Almanya’ya kaçtığında genç bir adamdı. 11 Eylül’den sonra ABD’yi Irak işgaline yönelten olaylar zincirinde Saddam ve gizli operasyonlarıyla ilgili sözde hayati bilgileri yetkililere iletti. Şimdilerde Irak işgalini meşru kılan bir çok bilginin yalan ve yanlış olduğu biliyoruz ama Alman yönetmen Matthias Bittner, Yalanlar Savaşı (War of Lies) filminde Al-Janabi ile yaptığı söyleşilere yer vererek gerçeğe ulaşma sevdasından vazgeçmiyor. Bu ‘kilit kaynak’ yalan mı söylüyor veya kim daha çok yalan söylüyor? Filmi izlerken düşeceğiniz ikilem aslında resmi otoritelerin politik beyanları karşısında hissettiğinizden çok farklı değil.
Peki devletin sıradan vatandaşın güvenliğini sağlamakta gönülsüz ve yetersiz kaldığı durumlarda ne olur, derseniz Matthew Heineman’ın yönettiği Mafya Bölgesi (Cartel Land) var; uyuşturucu kartellerinin kanusuzluklarına ve amansız şiddetine karşı sivil örgütlenmeleri kameraya alıyor. Meksika ve ABD cenahından iki ayrı Kartel karşıtı örgütün mücadelesi değme aksiyon filmini aratmıyor maalesef. Film Sundance’de en iyi yönetmen, en iyi görüntü ödüllerini kazandı.